“Nisyan”demişler adımıza,arapça etimolojisine bakıldığında“unutan”manasına gelen.
 İçinde kainattan zerreler barındırmasına karşın, bir türlü tamamlanamayan.

 Yalnızca demir gibi ateşin narıyla yanan ve şekil alan.

 Tıpkı şair Yusuf Tuna nın söylediği gibi ,

 Ustam örse koyup dövdü bizleri,
 Ateşte demir gibi şekil aldık.
 Ruhumuza tesir etti sözleri,

 Ateşte demir gibi şekil aldık.”

İnsan, dünyaya  tekamül yolculuğunda en iyi versiyonunu yaratmak üzere

gelmişken ,acı ile ,yokluk ile öğrenir yada öğrenme sürecine bile nail olamadan

hayatını yaşadım zanneder ve çeker gider.
O yüzdendir ki en iyi tohumlar, hep en büyük fırtınalar ile verimli topraklara sürüklenir
ve filizlenmeye başlar.
Aşık olur acı çekersin,kendinden en iyi sen i yaratmak için var gücünle

değişir,güzelleşirsin.

Çocuk özlemi çekersin,anne olmamana rağmen en iyi ebeveyn olacak kadar sevgi ve

bilgi biriktirirsin.
Hayalinde ki işi istersin,o işte çalışmıyor olmana rağmen en iyisini yapabilecek 

donanıma ve motivasyona sahip olursun.

Neyse özlemini çektiğin ,hep onun için, en iyisi oluncaya kadar yılmadan,pes

etmeden gelişir kendinden yeni yüzler,yeni kopyalar geliştirirsin.
Fakat acı ile gelişme dürtümüzün en büyük sıkıntısı sürekli olarak unutuyor olmamız.
Kainatın matematiksel öğrenme sistemine göre;

Eğer ki hayatında ki bir tecrübeden yeterli dersi almaz ve bilinç miracına
yükselmezsen,aynı dersi bugün adı ayşe olan insanla başladığın deneyim
yolculuğunda ,yarın  fatma ile devam eder, yeniden ,yeniden aynı tecrübeyi yaşar
kendi döngünde savrulur gidersin.
Ta ki ihtiyacın olan dersi alıp içselleştirinceye kadar.

İnsan olarak bu yanlışlara düşmemizin önündeki en büyük engel bana göre,
Sistemi değil hayatı yaşadığımızı zannetmemiz.

Bugün çektiğimiz sıkıntıyı analiz etmeden ve sonuç bilgisine eriştirmeden unutuyor

olmamız.

Hayat hepimizden işaret bekliyor,
Silkelenmemizi ve ayağa kalkmamızı!

Başımıza gelen her tecrübe bizim kendi irademizin ve seçimlerimizin sonucu

iken,kaderi yada içinde bulunduğumuz şartları suçlayarak,teselli mekanizmamızı

devreye alıyor kudretimizden uzaklaşıyoruz.
Ama hepimiz için iyi bir haber var,

Hayatımızı bu noktaya biz getirdik lakin düzeltmek bizim elimizde.

Bunun için hergün ama hergün sınırlı akıllarımızı daha fazla zorlayarak,

Ruhumuzda ,yaratılırken bize verilmiş olan, kuvvelerimizi harekete geçirerek,

Kendi potansyelimizi yaratmak için tırmalayarak,

Affederek,merhamet ederek,severek,aşık olarak,hayatın yanında yer alarak

Hep ama hep analiz ederek,sorgulayarak

Bu kainat mekanizmasının kanunlarına vakıf olarak, kaderimizin efendisi olmayı

öğreneceğiz.

En büyük düşmanımız kendimizsek,yine en büyük dostumuz da kendimiziz.

Bizi bizden çok seven,

Kainatın mucizelerinden ruhumuza üfleyen bir Yaratıcımız var.

Bize uyanmamızı ve artık işaretleri takip etmemizi söylüyor.

Belki bir insan ,belki bir kitap, belki de bir başka yol ile.

Hayat yolculuğunda hepimiz varması gereken noktaya gitmekle yükümlü varlıklarız.

İhtiyacımız olan tek şey bize kim olduğumuzun hatırlatılması.

Ben kendi hayatımda ne zaman bir sıkıntıya düşsem,kendime kim olduğumu

hatırlatarak yeniden yoluma devam etmeye çalışıyorum.

Ve bugün sana şunu söylemek istiyorum,

Sen Çanakkale Savaşında 215 kiloluk mermiyi sırtlanan Seyit Onbaşı !

Sen elinde hiçbir teknoloji olmadan mısır piramitlerini inşa edip ondan elektrik

üretebilme yeteneğine sahip büyük akıl,

Sen atomu parçalayan  Alman bir bilim adamı.

Sen,sen,sen...

Sen bir mucizesin,sen dilediğin herşeysin.

Sınırsız kudretimizin,sınırlı akıllarımızdan kurtulması dileği ile...

Meri den sevgiler.




"Bişnev ez ney çün hikayet mi künet
Ez cüdayiha şikayet mi künet
Gez neyistan ta mera bübride end
Ez nefirem merd ü zen nalide end
Sine hahem şerha şerha ez firak
Ta begüyem şerh-i derd-i iştiyak

"Dinle neyden zira o birşeyler anlatmada
Ayrılıklardan şikayet etmededir
Ney derki,beni kamışlıklardan kopardıklarından beri
İniltim kadın-erkek herkesi ağlattı
Ayrılık bağrımı delik deşik eylesin
Ta ki aşk derdimi anlatabileyim.

MEVLANA CELALETTİN-İ RUMİ


Bütün bir hafta sonu etrafımdaki tüm insanlardan duyduğum tek bir cümle vardı,
Bu hayatta yalnızca kötü olan davranışların değer gördüğü,iyi bir kişiliğe ve niyete sahip olmanın yalnızca kaybettirdiği üzerine yapılan konuşmalardı.
İşte tam da burda tanıdıgım ve tanımadığım tüm dostlarıma anlatmak istediğim gerçek bir hikaye var.






Yüzüncü maymunun hikayesi...

Pasifik okyanusunda irili ufaklı birçok ada bulunmaktadır.
Bu adalarda Makaka Fuskata adında japon türü maymunlar yaşamaktadır.
Bu adalardaki maymunların doğal ortamları içindeki yaşantıları otuz yılı aşkın süredir bilim adamları tarafından incelenmektedir.

1952 de Koshima Adası nda bilim insanları,maymunların beslenmesi için kumların içine tatlı patatesler bırakıyorlar.Bu adanın maymunları patateslerin tadını çok beğeniyor fakat yiyeceklerinin kumlu olmasından hoşlanmıyor.Fakat, can boğazdan gelir diyerek kumlu patatesleri yemeye devam ediyorlar.

Bir gün on sekiz aylık İmo isimli dişi  maymun,bu soruna bir çözüm buluyor.İmo,bu patatesleri en yakın su birikintisinde yıkayarak yemeyi akıl ediyor.Bu buluşunu,annesine de öğretiyor.

Daha sonra İmo nun arkadaşları da patatesleri yıkayarak yemeye başlıyor ve onlarda aynı davranışları annelerine öğretiyorlar.

Bu yeni davranış biçimi,bilim insanlarının gözü önünde yavaş yavaş yayılmaya devam ediyor.

1952 ve 1958 yılları arasında genç maymunlar,beslenmelerini daha zevkli hale getirmek için  kumlu tatlı patateslerini yıkayarak yemeyi öğreniyorlar. (ilginç değil mi ? )

Bu daha sağlıklı ve zevkli davranış biçimini çocuklarını taklit ederek onlardan yeni bir şeyler öğrenen yetişkin maymunlar da kazanıyor.

Yeniliklere açık olmayan,çocuklar ve gençlerden de öğrenilebileceğini düşünmeyen,kendi bildiklerini tekrar eden yetişkin maymunlar ise kumlu patates yemeye devam ediyor.

1958 in sonbaharında çok şaşırtıcı birşey oluyor.

Koshima maymunlarının 99 tanesi artık patateslerini suda yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor.

Bir sabah 100.cü maymunda patateslerini yıkayarak yemeyi öğrenmiş oluyor.

İŞTE O AN HERŞEY DEĞİŞİYOR.

Aynı günün akşamı adadaki 100 maymunumuz dışında,yaşayan tüm maymunlar patateslerini yemeden önce yıkamaya başlıyor.

Buna uzak adalardaki,bu davranışı hiç bilmeyen ve hatta şahit olmayan diğer adalardaki maymunlarda öğrenmiş oluyor.

100.cü maymunun enerjisi  her nedense bir devrim yaratıyor.

Bilim insanları,bu adayla doğrudan ilişkisi olmadıgı halde,diğer adalardaki maymun kolonilerinin de hiç görmedikleri ve bilmedikleri bu davranışı tekrar ediyor olmaları işte o büyük düşünceyi doğuruyor.

EVRENDE BİRBİRİNE BAĞLI GELİŞEN KOLEKTİF BİR BİLİNÇ VAR !

Yeni bir düşünce ve davranış tarzı,toplumları oluşturan fertlerin belli bir oranı tarafından benimsendiği an bu yenilik,MESAFENİN ÖNEMİ OLMAKSIZIN ZİHİNDEN ZİHİNE AKTARILABİLİYOR.

Yani YÜZÜNCÜ MAYMUN FENOMENİ diyor ki,

Yeni bir düşünce,yeni bir yol toplumda belli bir sayıda insanlar tarafından biliniyorsa bu yenilik sadece o kişilere ait bir şey oluyor.

Ama bilenlerin sayısı,belli bir kritik noktaya ulaştığı anda,sadece bir kişinin bu yeni yola katılması,
toplum bilincinin aşama geçirmesine neden oluyor.

Yeni düşünce birdenbire herkes tarafından düşünülmeye başlıyor.

Niceliğin niteliğe dönüşme noktası !

Yüzüncü maymun fenomeni,Duke üniversitesinden bir başka doktor tarafından değişik deneylerle yeniden yapılıyor.Fakat her defasında sonuç aynı çıkıyor.

Bugüne dek mutlu,mutsuz,bencil,korku dolu bir dünya süre geldi.

Yeniliklere açık farklı düşünceler ve insanlar toplum tarafından dışlanır oldu.

Einstein bile teorisi ilk ortaya attığı zaman meslektaşları tarafından kınanmıştı.

Şimdi sana diyorum ki sevgili dostum,evet sen bu hayattaki YÜZÜNCÜ MAYMUN sun.

Her zaman söylediğim bir söz var,SEN DEĞİŞİRSEN DÜNYA DEĞİŞİR.

Bazen insanlar beni pollyannacılık oynuyorum zannediyorlar fakat bilmedikleri ve yanıldıkları bir konu var.Evren hepimizden daha zeki ve kusursuz bir matematik hesabı ile örülü.

Evet şimdi günümüz ilişkileri ile bu konuyu bağlayacak olursak,

Aşık olduğum ve beni hırpalamış oldugunu düşündüğüm bir insana büyük bir sevgi ile veda 
edebilirim.

Onun benden sonra hayatındaki ilişkilerini daha mutlu yaşaması için ona ayna tutabilir,
her vedanın ille de ego ve kavga ile bitmemesi gerektiğini öğretebilirim.

Bana ihanet etmiş bir dostuma, ihtiyacı olduğu zaman ilk koşan ben olabilirim.
Bu beni ne aptal ne de kaba bir tabir olacak ama enayi yapar.

Bu beni en fazla insan yapar ve karşımdakine başka bir yol oldugunu daha gösterir.

Bizler hayatımızdaki insanlara başka bir yolun daha olduğunu göstermekle yükümlü olan yüzüncü maymunuz.

Senin başka bir yol gösterdiğin insan da ,bir başkasının yüzüncü maymunu.

O yüzden son olarak diyorum ki,dünyadaki iyiliğin,adaletin ve vicdanın yayılması için güç senin elinde.

Kendini hafife almadıgın ve yüzüncü maymun oldugun bir dünyada yaşaman dileği ile...

TARAFINI SEÇ

İYİLİK Mİ ÇOĞALMA LI ?

YOKSA KÖTÜLÜK MÜ ?




















Bu aralar insan meselelerine biraz takmış durumdayım.
Bu sebeple boş bir zamanım olmamasına rağmen, mesaimden feragat ederek kendime sorular sormaya ve yanıtlar aramaya devam ediyorum.(patronum özür dilerim :) işinden çalıyorum )
Bloğumun esas amacı yaradılışı ve evreni sorgulamak olsa da ara ara duygusal dünyamın etrafında dolanmak hoşuma gidiyor. :)
Son yıllarda özellikle insan ilişkilerinin hangi alanda olursa olsun siz diyin aşk ben diyim dostluk ilişkisi bu kadar kısa sürede çürüyor olmasının en belirgin sebebini "O KİM OLUYOR Kİ " sorusuna bağlıyorum.
Hepimiz her alanda öylesine mükemmeliz ki ,karşımızdaki insanı işimize yaradığı dönemler hariç en küçük bir yanlışında ya da tepkisinde kolaylıkla hayatımızdan çıkartabiliyoruz.
Bir insanın susması yada bir sebeple tepki veriyor olması o insanın kırılmış olması anlamına geliyorken biz hala o kim oluyor ki onun peşinden gideceğim diyebiliyor ,kibirimizden yaptıklarımız yüzümüze çarpılmasın diye o alandan hemen kaçıveriyoruz.
Ey sevgili insan,hiçbir zaman dört dörtlük olamayacaksın.Kabullenmen gereken tek gerçek bu .
İçinde ruh ve nefis taşıyan bir organizma olarak yanlış yapmak seninde hayattaki bir öğrenme aracın.
İnsan tekamülde yalnızca aşk ve acı duygusuyla olgunlaşabiliyor ve gelişebiliyorken sen hala neyin kibirindesin !!!
Özür dilemenin ya da karşındaki insana sorular sormanın seni küçülteceğini düşünme.
Aksine seni olgunlaştırdıgını ve yücelttiğini bil.Kalbini egonun kirinden uzaklaştır.
Sen de dünya ya öğrenmek ve anlamak için geldin.Hatalar yapabilirsin,ben gibi sen gibi herkes gibi.
Hayatının en büyük başarısı yüksek bir kariyer yada para kazanma hırsı olmasın aksine arkanda kırgın izler bırakmamak olsun.
Hayatım boyunca beni yücelten tek duygunun ,kimseyi değiştirmemek beklentisi ve yaptığım her hatanın vicdanımla yüzleşmesi olmuştur.O kim oluyor ki peşinden gideceğim kibirini bırakalı çok uzun yıllar oldu ve hep kazandırdı.Bu sebeple etrafımda hala aynı soruyu soran insanların varolması şu anda beni bu satırları yazmaya teşvik ediyor..Bu sebeple diyeceğim o ki,kimse senden yada benden daha üstün değil.Bende, sende, kimseden üstün değiliz.Evrenin saatine göre yalnızca birkaç saniyedir varlığını sürdüren, kusursuz yaratımlı , kusurlu ruhlarız.
Hayattaki tek kaybımız ego,tek kazancımız insan olsun.

Sevgi ve farkındalık ile...












Evrenin hepimizle konuştuğu dil yaşamdaki tecrübelerimiz olsa da aslında tek bir ortak noktası var oda "DENGE".


Bugün hepimiz aşk hayatımızda,iş yaşantımızda ,sosyal çevremizde kurduğumuz ilişkilerde hep aynı soruyu soruyoruz;


Ben bu kadar emek verdim neden karşılığını alamadım?


Alamazsın çünkü dengeyi sen bozdun.


Sana bir adım atana sen iki adım attığın için yaradılışın matematiğine karşı geldin.


Ekmeye çalıştığın tohum daha filizlenmeden yeni tohumlar ekmeye kalktın.


Bir masa bile en az iyi ayaktan oluşuyorken ,sen tek bir ayakla koca gövdeyi taşımaya kalktın.


Sonra da kendine hep aynı soruyu sordun ; Ben nerede yanlış yaptım ?


Bugün kendime bu soruyu sorarken, yaradılışımı düşündüm ve şu cevabı buldum;


İnsanlar,gezegenler,bitkiler,hayvanlar hep bir denge kanunu üzerine yaratılmıştır.


İnsan vücudunda 60 a yakın element bulunurken,bu elementlerin hepsi bir ölçüye ve dengeye göre bedenimize yerleştirilmiştir.


Bugün biliyoruz ki,belli ölçülerde  bulunan demirin,magnezyumun,kromun azlığı yada çokluğu

durumunda belli hastalıklar baş gösterebilir.


Mesela,bakır elementi kan yapıcı bir özelliğe sahipken eksilmesi durumunda sinir hastalıkları görülebilir.


Aslında hayattaki ilişkilerimiz bile evrenin kusursuz matematiği içinde saklı duruyor.


Mühim olan ona nasıl bir gözle baktığımız ve nasıl analiz edebildiğimiz.


Yaratıcı,yarattığı canlı ve cansız tüm varlıkları bile bir denge kanunu üzerinden var etmişken bize de her alanda kullanmamız gereken başka mesajları işaret ediyor olabilir bence.


Sana bir doz sevgi ve ilgi verene bir doz vermeyi öğrendiğin vakit gerçekten normal bir ilişki

yaşamaya başlayacaksın.

Bende öyle.


Ne bir eksik ne bir fazla.


Çünkü bizler duygularımızla ve bedenimizle dengede kalmak zorunda olan bir varlıklarız.


Aksi mümkün değil!


Yaşamda her parça bütünün özelliğini taşır.


Bizlerde, bütünün küçük parçaları olarak daha fazla hayal kırıklığı yaşamamak için işaretleri takip etmek zorundayız.


Sizde aynı görüşte olurmusunuz bilmiyorum ama hayata küçük bir not olarak benden kalsın istedim.


Sevgi ve denge ile.


































Kuranı Kerim şöyle der ;
“Hiç düşündünüz mü  bir sabah kalktığınızda Su’yunuz çekilivermiş.”
Sonrası ne olur ?

Kainatı belli bir sistem ve kanunlar ile süslemiş olan Yaratıcımız bize böyle bir soru soruyorsa elbette ki o konu içinde çok derin bir sır gizlidir.
Bize düşen ise bu konuyu zihin süzgecimizden geçirmek ve işaret edilen konuda kendimizi birazcık yormak olacaktır.

Bir düşünelim, hayatımızda Su olmasaydı neler olurdu yada neden Su’ya bu kadar düşkün yaratıldık ?
Dünya nın dörtte üçünü kaplayan,bedeninin %70 ne hayat veren,beyninin %80 ini oluşturan bu madde neden hayatımızı bu kadar kuşatıyor ve içinde nasıl kanunlar yer alıyor?

Bende sizler gibi iki yıl öncesine kadar bunun farkında değildim.
Ta ki bir gün Japon bilim adamı “Masaru EMOTO”nun su hakkındaki çalışmalarına denk gelene kadar.
Sonrasında okuduğum kitaplar,bilimsel araştırmalar ve makaleler peşinden çorap söküğü gibi geldi ve bugün adını bile zikrederken istemsiz olarak aşkla telaffuz ettiğim bir maddeye dönüştü.

Peki  SU nedir bir bakalım ;
Su tüm canlılığın ortak sırrı.
Yaşamınızı onsuz sürmenin imkansız olduğu bir hayat iksiri.
Rengini sorsalar yok dersiniz fakat rengini anlatacak bir kelime bulamadığınız için renksizdir der geçersiniz.
Tadını sorsalar yok dersiniz fakat Su’yun verdiği lezzeti anlatacak kelimeler bulamadığınız için tadı yok sanırsınız.
Sıcaktan kavrulduğunuz zamanlarda bir bardak Su dan aldığınız o muazzam tadı başka hangi yiyecek veyahut nesne verebilir ki ?

Kimyasal olarak basit yapılı bir molekül olmasına rağmen,bilim adamları Su yun tespit edilen tüm sırlarını henüz tam olarak çözebilmiş değiller.
Basit bir kimyasal yapıya sahip olmasına rağmen,oluşabilmesi son derece zordur.
Aslında su artık oluşmamaktadır.

Sadece muhteşem bir su döngüsü vardır ve aynı Su dünyamızda dönüp dolaşmaktadır.
Su yu oluşturan oksijen ve hidrojen,serbest halde iken H2 ve O2 molekülleri halinde bulunurlar.Bu moleküllerin Su molekülünü oluşturması için ancak çarpışarak birleşmeleri gerekmektedir.Su yu oluşturacak bu çarpışmanın çok yüksek sıcaklıkta olması gerekir.Yeryüzünde Su yun oluşmasını sağlayacak kadar yüksek bir ısı yoktur.Bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre Su yun oluşması için gereken o yüksek ısı,dünyanın başlangıcında var olmuştur.

Dünyanın dörtte üçlük kısmını oluşturan Su yun ancak bu evrede oluştuğu tahmin edilmektedir.Yani kısacası bilimsel verilere göre dünya ile su aynı yaştadır.

Enbiya suresi 30.ayet tam da burda yerini buluyor aslında.


“BİZ HERŞEYİ SU’DAN YARATTIK”

                   

Aklını ve kalbini özgürleştiren güzel insanlar, bugün sizlere sayfamı desteklediğiniz için kocaman bir teşekkür ile başlamak istiyorum.Güzel iltifatlarınızı,bende gördüğünüz yansımanıza  dair buluyor hepsini ,her birinize ithaf etmek istiyorum.Bir önceki yazım tarafınızdan çok okunmuştu o yüzden vakit kaybetmeden insanın ve doğanın nasıl mucizelere gebe olduğunu gösteren birkaç  bilgi kırıntısını sizlerle paylaşmak istiyorum.Umarım hayatınıza küçük katkıları olur.
Gören gözlerimiz her daim açık olsun.







BEDENİMİZDEKİ DOĞAL SAVUNMA MEKANİZMASI İNTERFERON PROTEİNİ ;

Bugün biliyoruz ki artık,başımıza gelen her hastalık bizim hayatımızdaki tercihlerimiz ile doğru orantılı olarak mıknatıs gibi vücudumuza çekilmektedir.Fakat bizi bizden çok seven Yaradan evrenleri yaratırken her daim bizlere şifa olacak besinleri toprak ana ya bahşetmiş ve bedenimizde gizli bir takım noktaları bize hediye etmiştir.Bunlardan biri de ten kafesimizde savunma noktası olan İNTERFERON hormonudur.

İnterferon hormonu,vücut hücrelerinin çoğunluğunca sentezlenen ve bakterilere,parazitlere,virüslere urlara karşı etki gösteren bir proteindir.

Bilim insanları interferon u yeni yeni keşfetmiş olsa da Hızır Aleyhisselam ın ,gizli sırlar olarak adlandırdığı LEDÜN İLMİ içinde insanlığa tavsiye ettiği bir öğretidir.

İnterferon hormonu,vücudumuzda baş parmak ile işaret parmağının arasında bulumakta ve yine Hızır dan ilim alan insanların söylediğine göre sıkılarak aktif olduğu birçok kaynakta geçmektedir.

Sıkılarak aktif  hale gelen ,interferon proteini birçok hastalığa sebep olan virüs ve mikropları durdurmaktadır.

Bu bilgiyi edindiğim günden bu yana kişisel olarak her sabah uyandığımda (tabi ki unutmadıysam )tavsiye edildiği üzere sağ elimin baş parmağı ve işaret parmağı arasındaki noktayı yaklaşık sekiz dakika kadar sıkarak bekliyor güne vücudumu savaşa hazır hale getiriyorum.

İlim ve bilim hayranı tüm dostlarıma küçük bir tavsiye olsun.

Kendi yaşamımda uyguladığım ve  farz olarak gördüğüm birkaç bilgiyi sevgili dostlarım ile paylaşmak istiyorum.Ben çok faydasını gördüm umarım sizlerde benim kadar yararlanırsınız.
Sevgi ile..





NEDEN HERGÜN YIKANMALIYIZ ? 

İnsan yaradılışı itibari ile beyninin % 80 i ve bedeninin % 70 i sudan oluşmaktadır.Yaşamsal faaliyetlerimizin devamı için su sandığımızdan çok daha büyük bir ihtiyaçtır.İnsan teni yıkanarak su içer.Bu sebeple her gece yıkanmak bedenimize yapacağımız en büyük mucizedir.Eğer ki yıkanma işini sabaha bırakıyorsak gece en azından koltuk altlarımızı mutlak suretle yıkamalıyız.Nedenine gelecek olursak,terletmeyen koltuk altı deodorantları kullandığımız müddetçe KANSER riskimiz çok yüksek olmaktadır.Koltuk altlarında lenf bezleri bulunur ve vücut buradan ter yolu ile zararlı toksinleri atar.Yapılan araştırmalara göre,göğüs kanseri en çok göğsün üst,dış tarafında başlamaktadır.Tümörler kesilerek yapılan araştırmalar neticesinde,en çok toksik adı verilen maddeler bulunmuştur.Yani vücudumuzda terlemeyi engelleyerek toksin adı verilen maddeleri vücudumuza hapsediyor ve kansere davetiye çıkarıyoruz.İlla terletmeyen ürünler kullanacaksak alüminyum florür yada paraben içermeyen ürünleri kullanmamız ve yine her gün koltuk altlarımızı düzenli olarak yıkamamız gerekmektedir.Unutmayalım ki insan vücudu yaradılışı itibari ile kanser hücresi üretmez.Kanseri vücudumuzda biz yaratırız.





YEMEK ÖNCESİ VE SONRASI BİR PARMAK TUZUN MUCİZESİ ?

Aynı zamanda bir Peygamber sünneti olan bu davranış insanlara daha sağlıklı bir yaşam vaad eden altın bir öğüttür.Nasıl mı ?
İster sabah kahvaltısı olsun,ister akşam yemeği öğünlere başlamadan önce işaret parmağınızın üzerini dolduracak kadar tuzu yemeğe başlamadan önce tüketmek ve aynı davranışı yemek sonunda devam ettirmek,dişlerin mine tabakasının sağlığını korumada ve vücudun asit-baz dengesini korumada çok önemlidir.Vücudumuzda dolaşan suyun aynı deniz suyu gibi tuzlu olması mucizeye işaret eden mühim bir detaydır.Daha detaylı bakarsak,yemeğe başlamadan alınan tuz mide enzimini harekete geçirir,bu sayede mide rahatsızlıkları meydana gelmez.Ağız içerisine hava yolu ile bulaşan mikroplar,tuzdaki sodyum klor sayesinde temizlenir,yemekten sonra alınan tuz ise ağıza bol miktarda gelen pliyalin ile dişlere yapışmış olan karbonhidratları çözer ve diş çürümelerini engeller.Ayrıca ağızda antiseptik özellik gösterir.
Bu konuda bir dipnot vermek gerekirse,daha önceki yazımda insanın yaşlanma sebebinin vücut hücrelerinin su sızdırması olduğunu söylemiştik.Dişler tam olarak görevini yerine getiremez ve doğru bir çiğneme ile besin öz sıvılarını hücrelere aktaramaz ise dünyanın en besleyici yemeğini bile yeseniz yalnızca bağırsaklarınıza posa oradan da idrar ve dışkı olarak hücrelerinize ulaşmadan vücuttan atılacaktır.Bu sebeple diş insan mucizesi için önemli araçtır.Peygamber efendimizin o donemde bile bunları bilerek insanlığa bu öğüdü vermiş olması onun mucizesindendir.






ÇAY VE KAHVE ÖNCESİ NEDEN BİR BARDAK SU İÇMELİYİZ ?

Çayın PH derecesi 6,kahvenin PH derecesi 5 tir.Bu nedenle çay veya kahve içtikten sonra vücuttaki asit seviyesi yükselir.Buda kanser,ülser gibi pek çok hastalığa davetiye çıkartır.Kahve veya çay içmeden önce içilen su ,sizi bu etkilerden kurtarabilir.






SABAH AÇ KARNINA İÇİLEN SU !

Geceleri vücudumuz hücreleri onarmak ve yenilemek için çalışır.Bu sebeple aç karnına içilen su vücudumuzdaki atılması gereken zararlı maddelerin idrar yolu ile atılmasını sağlayacaktır.İçilen su,bağırsak hareketlerini canlandırmak ve metabolizmanın hızlı çalışmasını sağlayıp,sindirimi kolaylaştırmak için sağlıklı bir yaşamın kapısını açar.Ben kendi yaşamımda her sabah bir bardak ılık suya bir limon sıkarak hem sindirim sisteminin hem de beyin fonksiyonlarımın daha iyi çalışması için kendime sağlıklı bir kür yapıyorum ve faydasını görüyorum.Buda meriden bir not olarak ,burada kalsın :)







TIRNAKLARIMIZI NEDEN UZATMIYORUZ ?
Kadınlar için tırnak uzatmak bakımlı ellere sahip olmak için altın bir kural gibi görülsede,tırnak vücudun atamadığı zehirli maddelerin vücuttaki şekil bulmuş halidir.Yani vücudumuz atamadığı toksinleri ve zehirli maddeleri bizim güzellik sembolü olarak gördüğümüz tırnaklarımızda biriktiriyor.Bu sebeple tırnak uzatmak insanda depresyon başta olmak üzere birçok rahatsızlığa sebebiyet verebilmekte ve bu bilimsel olarak kanıtlanabilmektedir.İlle uzun tırnaklara sahip olmak istiyorsak protez kullanmamız sağlığımız ve psikolojimiz açımızdan daha doğru bir davranış olabilir.






Bir önceki yazımda dostlarımın ,antidepresan kullanma iradesini bazı bilgiler ışığında değerlendirmesini rica etmiştim.

Bu konuda yine her zaman olduğu gibi bilimsel verilerden ve önemli kaynaklardan yararlanarak bu bilgiyi sizlere sunmak istiyorum.






“1950 lerin başında bir grup psikiyatr bir odada toplantılar ve kendi deneyimlerinden yola çıkarak bir liste hazırladılar.Bu listeye Mental Bozuklukların Teşhisi ve İstatistiği Elkitabı” adını verdiler.
O günden bu güne altı farklı şekilde geliştirildi bu liste ve bugün,973 sayfadan oluşan 374 akıl bozukluğunu listeleyen bir elkitabı haline geldi.
Artık dünyada yaşayan herkesi bu listede kategorize edilmiş birçok bozuklukta görebiliriz.
Yani her gün gelişen ve deliliği tanımlayan bu listeyi öyle bir geliştirdiler ki,kitabın içeriğine göre hepimiz hastayız.
Klinik psikolojinin kutsal kitabıdır bu.

Ama asıl konu bu değil !

Bu kitaba göre 0-3 yaş aralığındaki bir çocuğa bile akıl bozukluğu teşhisi konulabiliyor.

Peki nedir akıl bozukluğu?

Psikolojik tüm bozukluklar beyindeki kimyasal dengesizliktan kaynaklanıyor.
1965 yılında bu kimyasal dengesizlik teorisini ortaya atan adam Schildkraut ,bir çalışmasında beyinde düşünce gücünün oluşmasına yani beyindeki elektrik akımının bir noktadan diğer bir noktaya ulaşmasında kullanılan nörotransmitter adı verilen küçük elektrik akımlarındaki aksamanın depresyona yol açtığını buluyor.


Peki beyindeki kimyasal  dengesizlik açıklanabilir mi ?

Kimyasal dengesizliği olan birini siz ispatlayabilir misiniz ?
Hayır ispatlayamazsınız.

Mesela serotonin dediğimiz nörotransmitterlar beyindeki mesajların bir noktadan diğerine aktarılmasına ve bu yüzden de düşüncenin oluşmasına yardım eder,eğer serotonin seviyesinde azalma varsa o zaman mesajlar bir noktadan diğerine kolaylıkla akmaz ve düşünce olmaz.Biz düşünemez,hatırlayamaz,hayal kuramaz oluruz ve kolaylıkla düşünemeyen insan ,depresyon,panik atak,heyecan krizleri gibi tuhaf duygularla kaybolabilir.Yani vücudu yönetmek için dizayn edilmiş beyin işini yapamaz hale gelir.
EN CAN ALICI NOKTAYA GELİRSEK ,
Hiçbirimizde kimyasal dengesizlik olup olmadığını bilimsel olarak hesaplayamıyoruz.
Kimyasal dengesizlik teorisi üzerine kurulmuş bu kategorizasyon sayesinde yani bu elkitabı sayesinde bugün bir doktorun ofisine giren birine sadece şöyle bir bakıp ilaç verilmesi yasal hale geldi.
Her yıl 330 milyar dolarlık dev ilaç endüstrisinin büyümesi için daha çok depresyona,daha çok kimyasal dengesizliğe ihtiyaç var.
O, 973 sayfanın içinde her birimize uyan uydurulmuş  bir bozukluk var.0-3 yaşındaki çocuklara hiperaktif teşhisi koyup ilaç verilebiliyor bugün.Gelişme çağındaki bir çocuğa beynindeki dengeyi nasıl etkileyeceği bilinmeyen bir ilaç verebiliyorlar.
Çocugun zekası yaramazlığı iken o yaramazlığı bastıran ilaçlar vermek ne kadar mantıklı bir davranış tartışılır elbette ki.
İşte bu yüzden bugün 100 milyondan fazla kişi 2000 den fazla yan etkisi olan psikoterapik ilaç kullanıyor ve 3000 kişi bu ilaçlar yüzünden ölüyor.
Dünya da 17 milyon çocuğa psikoterapik ilaç veriliyor ve gelişme çağında olan bu çocuklardan belki de 1000 tanesi kendisini öldürecek.
Prozac ın intihar eğilimi yaptığı bilindiği halde hala depresyon ilacı olarak verilebiliyor ve hala satılıyor.
Elbetteki kimyasal bir dengesizlik var bunu yok saymak mümkün değil.
Fakat bu konuda yapılabilecek daha farklı çözümler mevcut.
Eğer depresyonda olduğunuzu hissediyor ya da klinik olarak bunu onaylıyorlarsa yine  eski uygarlıklardan gelen küçük bir reçeteyi sizlerle paylaşmak isterim ;
Depresyon öncelikle belli hormonların dengesizliği olsa bile bence ciddi bir gönül yorgunluğudur.
Bu sebeple hayatımıza çektiğimiz olaylar ve insanları doğru seçerek ve aşağıdaki depresyon reçetesini uygulayarak başka bir şifa kanalı deneyebilirsiniz.
Zencefilli şerbet içmek ,akan su kenarlarına gitmek ve su sesini dinlemek kendi içindeki iç sesin zannettiğin fısıltıları su sesi ile durdurmak ve bolca dua etmek Yaradan 'a sarılmak işte bundan daha büyük bir reçete yoktur ve tecrübe ile sabittir.
Sevgi ile :)